27 Tem 2013

Bir Gotham City Polis'i Destanı



İstanbul Gezi Park’ında başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan direnişte, her zamanki gibi ana akım medyanın, egemen ideolojinin hizmetinde nasıl çalıştığını bir kez daha gördük. Ana akım medyanın, yapmadığı ve hatta daha da korkuncu ısmarlama yaptığı yayınlarla, haberlerle ve köşe yazıları ile gündemi nasıl manipüle etmeye çalıştığına tanık olduk. Aynı zamanda direnişçilerin etkin olarak kullandığı ustream, twitter, facebook gibi sosyal medya araçları ile de artık medya patronları olmadan da habercilik ve yayın yapılabileceğini gördük. Bu sayede Ankara örneğinde Özer Erdoğan’ın ve İstanbul’da da Çapul TV’nin ortaya çıkmasına kadar gitti bu durum. Ana akım medya tüm gücüyle direnişi karalamaya, toplumun gündeminden uzak tutmaya çalışırken alternatif medya da toplumu haberdar etmeye çalıştı.


Egemen ideolojinin tek aracı tabii ki medya değildir. Dizi ve sinema sektörü de kullanılan önemli bir araçtır. Bunu çok çeşitli şekillerde, kimi zaman tehlike olarak gördüğü ideolojiyi kötülemek için periyodik olarak çıkardığı filmlerle, kimi zaman da yaşanan bir olayın ardından toplumun belleğine hissettirmeden müdahale etmek amacıyla yapar. Örneğin, soğuk savaş döneminin bitmesine rağmen uzun bir süre Hollywood sinemasının kötü adamları yine komünist ülkelerde yaşamış Çinli, Rus ya da Almanlar olarak kalmışlardır. Bu tavır, Amerikan toplumunun belleğinde yaratılan komünizm korkusunun sürekli diri olarak kalmasında önemli bir rol oynamıştır.

Ötekinin temsilinin, 11 Eylül sonrası Doğulu Müslüman olarak değiştiği de görülebilir. Bu sayede de İslamofobi toplumda sürekli diri kalan bir korku olarak kalmış, Amerikan Devleti’nin Müslüman devletlere yaptığı müdahalelerin Amerikan ve dünya toplumu gözünde haklı görülmesini sağlamışlardır.  Bu durumun son örneği olarak en iyi film Oscar’ı alan Argo’yu gösterebiliriz. Zaten batı toplumları kendi içinde düzeni korumak adına sinemada doğuyu sürekli tehdit olarak göstermiş ve toplumdaki korkuyu canlı tutmuştur. Hem Argo’da hem de The Dark Knight Rises’da tehlikenin doğudan gelmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Periyodik olarak gösterime giren filmlerin yanı sıra az önce de dediğim gibi bir de olaylara göndermelerde bulunan, medyanın kötülemesinin üstüne bir de kalıcı bir bellek yaratımında önemli yeri olan filmler bulunmaktadır. Bunun en yakın ve popüler örneklerinden biri olarak da “Occupy Wall Street” hareketi sonrası çekilen The Dark Knight Rises filmi gösterilebilir.  Bilindiği üzere 2011 Eylül’ünde Amerika’da “Occupy Wall Street” hareketi başlamış ve tüm dünyaya yayılmıştı. Tabii ki o zaman da bu barışçıl eylemcileri, medya elinden geldiği kadar görmezden gelmiş ya da gösterdiği zaman da karalamaya çalışmıştır. Occupy hareketi de aynı Türkiye’de olduğu gibi kendi alternatif yayın kaynaklarını oluşturmuş ve kamuoyuna sesini bu şekilde duyurmaya çalışmıştır.

 

Christopher Nolan’ın Batman’inin süper kahraman filmleri içerisinde ayrı bir yeri olduğu bence tartışmasızdır. Bunun en büyük sebebini ise senaryo yazmadaki büyük ustalığına bağlıyorum. Nolan, Memento’dan bu yana seyirciyi şaşırtan olay örgülerini perdeye aktarırken tam bir ustalık sergilemektedir. Batman üçlemesine de bu açıdan bakacak olursak başarılı bulanabilir. Özellikle Heath Ledger’ın unutulmaz Joker performansıyla izlediğimiz The Dark Knight, serinin diğer iki filminden çok ayrı bir yerde durmaktadır. Ancak Joker’in ve Bane’in ideolojik olarak görevleri biraz farklıdır. Joker saf anarşi ve kaos istemektedir, bunu yaparken bireysel olarak mücadele verir ve örgütleri kendi lehine kullandıktan sonra da yok eder. Bane ise tamamen örgütlü bir biçimde halkı sokağa hakkı olana almaya çağırmaktadır. Zenginlerin ezilenleri soyarak gasp ettikleri emeklerini halka tekrar verme vaadinde bulunur. Halk mahkemeleri kurar. Artık tamamen polis devleti olmuş Gotham City’yi polisin elinden ve yalanlarından kurtarır. Yani Bane, halkın özgürleşmesi ve kurtuluşunda tam bir önderdir. Tam da bu anda film, bu kızıl kurtuluşu kötülemeye başlar. Bane’i ve adamlarını kötü birer terörist olarak gösterir, zenginlerin yok olmasıyla toplumun refahının da yok olduğunu ve şehri tam bir yoksulluğun esiri altında olduğunu vurgular. Olası bir devrimde halkın hakkını arayabileceği halk mahkemelerini sanki birer diktanın elindeymiş gibi yargısız infaz yapan oluşumlar olarak tasvir eder. Oysa tam tersi, Gotham City’deki Harvey Dent yasası ya da Türkiye’deki özel yetkili savcıların yaptıkları da yargısız infaz değil midir? Gotham City tam bir karmaşa içerisindeyken halkın kurtarıcısı polis gelir, klasik bir Hollywood filmi sonuna yakışır biçimde “kötüleri” yenip halkın kahramanı olur. Polis, halkın ve en önemlisi sinema seyircisinin gözünde meşruiyetini kazanmış ve kahraman gibi gösterilmiştir. 


Nolan, Gotham City'nin kurtuluşunda bir polis destanı anlatırken polis devleti olan Amerika Birleşik Devletleri'ne de selam etmektedir. Occupy Wall Street hareketi ile parallikler taşıyan bir filmde kurtarıcının polis olmasının pek de iyi niyetli bir mesaj olmadığını düşünmekteyim. Bu sayede polis devleti olumlanırken, olası barışçıl prostestoları bastırırken polisin başvuracağı şiddetin şimdiden seyircinin gözünde kabul görmesinin yolu açılmaktadır. Bir başka değişle Hollywood, bilinçli veya değil, görevini yapmıştır. Artık Occupy hareketi aleyhinde çıkan haberlerin birçoklarına daha inandırıcı gelmesinin önü açılmıştır. 

Gezi Direniş’i ile başlayan yurt çapındaki direnişi de göz önüne getirdiğimizde Amerika’da uygulanan aynı yöntemlerin burada da uygulanacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Medyanın, direnenleri eli silahlı ve halk düşmanı göstermesi, polisi ise vatandaşı ve refahımızı koruyan birer kahraman olarak resmetmesi bu sürecin başlangıcı olarak görülebilir. Bundan sonra da Batman kadar büyük bütçeli yapımlar değil ama Türkiye sinemalarında “Dış Mihrakların” kandırdığı masum direnişçiler ile ilgili filmlerin çok uzakta olmadığını düşünüyorum. Böyle bir ortamda hem maddi hem de siyasal fayda şansını, örneğin Mahsun Kırmızıgül ya da Sinan Çetin gibi ana akım sinema yönetmenlerinin kaçırmayacağını düşünüyorum. Biraz çalışmayla ana akım medya ve sinemanın etkisi azaltılabilir. Mesela, direnişin başından beri oluşturulan alternatif medyanın çeşitlendirilmesi ve yayılma ağının çoğaltılması oldukça önemli. Ayrıca sinema özelinde de direnişin başından beri aktif olarak yer alan sinemacıların yapacağı belgesel veya kurgu filmlerin ücretsiz gösterime sokulması veya sinemada gösterime girmesinin ileriye doğru atılacak ve mücadeleyi geliştirecek önemli adımlardan biri olabileceğini düşünüyorum.   




Engin Mert
engnmert@gmail.com



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder