İstanbul
Gezi Park’ında başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan direnişte, her zamanki gibi
ana akım medyanın, egemen ideolojinin hizmetinde nasıl çalıştığını bir kez daha
gördük. Ana akım medyanın, yapmadığı ve hatta daha da korkuncu ısmarlama
yaptığı yayınlarla, haberlerle ve köşe yazıları ile gündemi nasıl manipüle
etmeye çalıştığına tanık olduk. Aynı zamanda direnişçilerin etkin olarak
kullandığı ustream, twitter, facebook gibi sosyal medya
araçları ile de artık medya patronları olmadan da habercilik ve yayın yapılabileceğini
gördük. Bu sayede Ankara örneğinde Özer Erdoğan’ın ve İstanbul’da da Çapul
TV’nin ortaya çıkmasına kadar gitti bu durum. Ana akım medya tüm gücüyle
direnişi karalamaya, toplumun gündeminden uzak tutmaya çalışırken alternatif
medya da toplumu haberdar etmeye çalıştı.
Egemen
ideolojinin tek aracı tabii ki medya değildir. Dizi ve sinema sektörü de
kullanılan önemli bir araçtır. Bunu çok çeşitli şekillerde, kimi zaman tehlike
olarak gördüğü ideolojiyi kötülemek için periyodik olarak çıkardığı filmlerle,
kimi zaman da yaşanan bir olayın ardından toplumun belleğine hissettirmeden
müdahale etmek amacıyla yapar. Örneğin, soğuk savaş döneminin bitmesine rağmen
uzun bir süre Hollywood sinemasının kötü adamları yine komünist ülkelerde
yaşamış Çinli, Rus ya da Almanlar olarak kalmışlardır. Bu tavır, Amerikan
toplumunun belleğinde yaratılan komünizm korkusunun sürekli diri olarak
kalmasında önemli bir rol oynamıştır.
Ötekinin
temsilinin, 11 Eylül sonrası Doğulu Müslüman olarak değiştiği de görülebilir.
Bu sayede de İslamofobi toplumda sürekli diri kalan bir korku olarak kalmış,
Amerikan Devleti’nin Müslüman devletlere yaptığı müdahalelerin Amerikan ve
dünya toplumu gözünde haklı görülmesini sağlamışlardır. Bu durumun son
örneği olarak en iyi film Oscar’ı alan Argo’yu gösterebiliriz. Zaten
batı toplumları kendi içinde düzeni korumak adına sinemada doğuyu sürekli
tehdit olarak göstermiş ve toplumdaki korkuyu canlı tutmuştur. Hem Argo’da
hem de The Dark Knight Rises’da tehlikenin doğudan gelmesinin tesadüf
olmadığını düşünüyorum.
Periyodik
olarak gösterime giren filmlerin yanı sıra az önce de dediğim gibi bir de
olaylara göndermelerde bulunan, medyanın kötülemesinin üstüne bir de kalıcı bir
bellek yaratımında önemli yeri olan filmler bulunmaktadır. Bunun en yakın ve
popüler örneklerinden biri olarak da “Occupy Wall Street” hareketi sonrası
çekilen The Dark Knight Rises filmi gösterilebilir.
Bilindiği üzere 2011 Eylül’ünde Amerika’da “Occupy Wall Street” hareketi
başlamış ve tüm dünyaya yayılmıştı. Tabii ki o zaman da bu barışçıl
eylemcileri, medya elinden geldiği kadar görmezden gelmiş ya da gösterdiği
zaman da karalamaya çalışmıştır. Occupy hareketi de aynı Türkiye’de olduğu gibi
kendi alternatif yayın kaynaklarını oluşturmuş ve kamuoyuna sesini bu şekilde duyurmaya
çalışmıştır.
Christopher
Nolan’ın Batman’inin süper kahraman filmleri içerisinde ayrı bir yeri
olduğu bence tartışmasızdır. Bunun en büyük sebebini ise senaryo yazmadaki
büyük ustalığına bağlıyorum. Nolan, Memento’dan bu yana seyirciyi
şaşırtan olay örgülerini perdeye aktarırken tam bir ustalık sergilemektedir.
Batman üçlemesine de bu açıdan bakacak olursak başarılı bulanabilir. Özellikle
Heath Ledger’ın unutulmaz Joker performansıyla izlediğimiz The Dark Knight,
serinin diğer iki filminden çok ayrı bir yerde durmaktadır. Ancak Joker’in ve
Bane’in ideolojik olarak görevleri biraz farklıdır. Joker saf anarşi ve kaos
istemektedir, bunu yaparken bireysel olarak mücadele verir ve örgütleri kendi
lehine kullandıktan sonra da yok eder. Bane ise tamamen örgütlü bir biçimde
halkı sokağa hakkı olana almaya çağırmaktadır. Zenginlerin ezilenleri soyarak
gasp ettikleri emeklerini halka tekrar verme vaadinde bulunur. Halk mahkemeleri
kurar. Artık tamamen polis devleti olmuş Gotham City’yi polisin elinden ve
yalanlarından kurtarır. Yani Bane, halkın özgürleşmesi ve kurtuluşunda tam bir
önderdir. Tam da bu anda film, bu kızıl kurtuluşu kötülemeye başlar. Bane’i ve
adamlarını kötü birer terörist olarak gösterir, zenginlerin yok olmasıyla toplumun
refahının da yok olduğunu ve şehri tam bir yoksulluğun esiri altında olduğunu
vurgular. Olası bir devrimde halkın hakkını arayabileceği halk mahkemelerini
sanki birer diktanın elindeymiş gibi yargısız infaz yapan oluşumlar olarak
tasvir eder. Oysa tam tersi, Gotham City’deki Harvey Dent yasası ya da
Türkiye’deki özel yetkili savcıların yaptıkları da yargısız infaz değil midir?
Gotham City tam bir karmaşa içerisindeyken halkın kurtarıcısı polis gelir,
klasik bir Hollywood filmi sonuna yakışır biçimde “kötüleri” yenip halkın
kahramanı olur. Polis, halkın ve en önemlisi sinema seyircisinin gözünde
meşruiyetini kazanmış ve kahraman gibi gösterilmiştir.
Nolan,
Gotham City'nin kurtuluşunda bir polis destanı anlatırken polis devleti olan
Amerika Birleşik Devletleri'ne de selam etmektedir. Occupy Wall Street hareketi
ile parallikler taşıyan bir filmde kurtarıcının polis olmasının pek de iyi
niyetli bir mesaj olmadığını düşünmekteyim. Bu sayede polis devleti
olumlanırken, olası barışçıl prostestoları bastırırken polisin başvuracağı şiddetin şimdiden seyircinin gözünde kabul
görmesinin yolu açılmaktadır. Bir başka değişle Hollywood, bilinçli veya
değil, görevini yapmıştır. Artık Occupy hareketi aleyhinde çıkan haberlerin
birçoklarına daha inandırıcı gelmesinin önü açılmıştır.
Gezi
Direniş’i ile başlayan yurt çapındaki direnişi de göz önüne getirdiğimizde
Amerika’da uygulanan aynı yöntemlerin burada da uygulanacağını tahmin etmek zor
olmayacaktır. Medyanın, direnenleri eli silahlı ve halk düşmanı göstermesi,
polisi ise vatandaşı ve refahımızı koruyan birer kahraman olarak resmetmesi bu
sürecin başlangıcı olarak görülebilir. Bundan sonra da Batman kadar büyük
bütçeli yapımlar değil ama Türkiye sinemalarında “Dış Mihrakların” kandırdığı
masum direnişçiler ile ilgili filmlerin çok uzakta olmadığını düşünüyorum.
Böyle bir ortamda hem maddi hem de siyasal fayda şansını, örneğin Mahsun
Kırmızıgül ya da Sinan Çetin gibi ana akım sinema yönetmenlerinin
kaçırmayacağını düşünüyorum. Biraz çalışmayla ana akım medya ve sinemanın
etkisi azaltılabilir. Mesela, direnişin başından beri oluşturulan alternatif
medyanın çeşitlendirilmesi ve yayılma ağının çoğaltılması oldukça önemli.
Ayrıca sinema özelinde de direnişin başından beri aktif olarak yer alan
sinemacıların yapacağı belgesel veya kurgu filmlerin ücretsiz gösterime
sokulması veya sinemada gösterime girmesinin ileriye doğru atılacak ve
mücadeleyi geliştirecek önemli adımlardan biri olabileceğini düşünüyorum.
Engin
Mert
engnmert@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder